ZAFERLER  AYI  AĞUSTOS

‘’Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,

Toprak, eğer uğrunda ölen varsa, Vatandır.’’

 

Türklerin ağustos ayı içerisinde başta 1071 Malazgirt zaferi ile başlayan zafer yürüyüşleri Belgrad’ın Fethi , 1526 Mohaç Zaferi , 1571 Kıbrıs’ın Fethi ve 1922 Büyük Taarruz Zaferi ile devam etmiş ve tarihi kayıtlara geçmiştir. Tarihimize şan veren bu zaferlerin hemen hepsi siyasi, sosyal ve ekonomik önemleri bakımın dan mühim ve değerli zaferler olmuşlardır.

26 Ağustos 1071 tarihinde Anadolu’nun kapılarını İslam’a açan Malazgirt Meydan Muharebesini,  30 Ağustos 1922 tarihinde Anadolu’nun kapılarını düşmana kapatan Başkomutanlık Meydan Muharebesini ve diğer zaferleri hatırlarız.

Herkes vatanını sever. Bu duygu fıtrîdir, insanın içinde yaratılıştan vardır. Vatanını seven kimseye vatansever, vatanperver denir.

Bülbülü altın kafese koymuşlar “ah vatanım” demiş. Sormuşlar: Vatanın neresi? “Bir çalının dalı” demiş.

İnsanların bir vatana sahip olmaları kolay değildir. Sahip olduktan sonra onu korumak daha da zordur. Atalarımız vatanımızı korumak için tarih boyunca her türlü fedakarlığa katlanmışlar, binlerce şehit vermişlerdir. Adeta her karış toprağını şehit kanıyla sulamışlardır.

Merhum Mehmet Akif bir dörtlüğünde bu gerçeği şöyle ifade eder:

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı,

Düşün altında binlerce kefensiz yatanı,

Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı

Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı.

Sen vatanına sahip olacaksın. Şairin dediği gibi:

Sahipsiz olan vatanın batması haktır,

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.

Şehitlik olmadan vatan olmaz. Evet, vatan bir toprak parçasıdır, ama her toprak parçası vatan değildir. Vatan, uğruna şehitlerin kan akıttıkları toprak parçasıdır. Toprak, eğer uğruna ölen varsa vatandır. sözü, ne güzel bir sözdür.

حُبُّ الْوَطَنِ مِنَ الْاِيمَانِ

“Vatan sevgisi imandandır”

Bugün sahip olduğumuz bu cennet vatan, kahraman atalarımızın her karışını kanları ile sulayarak bize emanet ettikleri topraklardır.

Vatan bizlere kolay emanet edilmedi. Nice canlar, nice haneler söndü. Analar bacılar yetimler… adı sanı duyulmamış şehitler ve gaziler…

Şair ne güzel ifade etmiş:

’Ecdadını zannetme asırlarca uyurdu.

Nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu.’’

Tarih geleceğe emin adımlarla yürüyenlerin tarihidir. tarih bir milletin geleceği, yarınlarıdır. Tarih ders ve ibret almak içindir. Tarih bizi başarılı kılan ruhu anlamaktır. Tarih bu vatan uğruna canını seve seve vermektir.

İslam coğrafyasının bugünlerde maruz kaldığı zulüm, zorbalık, haksızlık ve kötülükler, zaferlerimizi ve bu zaferlerin arkasındaki ruhu yeniden anlamaya olan ihtiyacımızı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Unutmayalım ki ecdadımıza bu yüksek ruhu kazandıran “din-i mübin-i İslâm” dır. Onlar i’la-yı kelimetullah uğruna yaşamışlardır. Allah adı en yüce olsun diye mücadele vermişlerdir. Yeryüzünde hak, hakikat, adalet, hukuk, ahlak, barış ve huzur egemen olsun diye çaba sarf etmişlerdir. İslâm’ın barış ve esenlik dini olduğunu bütün dünyaya göstermişlerdir. Mazlumların sığınağı, zalimlerin korkulu rüyası olmuşlardır. Din, iman, millet, vatan ve mukaddesat uğruna gerektiğinde candan ve canandan vazgeçmeyi göze almışlardır.

وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنٖينَ

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Ali İmran 139)

وَاَطٖيعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رٖيحُكُمْ وَاصْبِرُوا اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ

“Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider.” (Enfal 46)

Bedir’de, Malazgirt’te, Mekke’nin Fethinde, İstanbul’un Fethinde, Çanakkale Zaferinde, Kurtuluş Savaşında milli va manevi değerlerle bezenmiş bir ruh olgunluğu vardır. Bu ruh olgunluğuna bugün bizler çok muhtacız. Bu ruhu kaybedenler, birlik beraberliğini de kaybetmiş demektir.

Zaferin olmazsa olmaz şartı, hakiki iman, salih amel ve güzel ahlaktır. Bugünün Müslümanları en çok da bunlara muhtaçtır. Birlik ve beraberliğe, ilim ve irfana, fazilet ve erdeme muhtaçtır.

Atalarımız dünyanın en güzel ve bereketli topraklarını vatan olarak seçmişler ve bize emanet etmişlerdir. Bu cennet vatanı yüzlerce yıl ecdadımız canları ve kanları pahasına korumuşlar ve binlerce âbide dikerek üzerinde bir medeniyet kurmuşlardır. Bu vatanın, bu millete ait olduğunu camileri, türbeleri, çeşmeleri, sarayları, mezar taşları, hanları ve hamamları ile adeta tescil etmişlerdir.

Vatan, bizim en kıymetli varlığımızdır. Bu bakımdan “anavatan” tabiri, bizim milletimiz arasında önem kazanmış ve ata sözlerimize kadar girmiştir.

Şair ne güzel söyler:

‘’Dokuz yüz yıldan beri yaşamaktayız burada,

Milyonlarca can verdik sahip olduk bu yurda.’’

Dünyada, namus ve şerefimizi koruyarak huzur ve güven içinde yaşamak, ancak bağımsız bir vatana sahip olmakla mümkündür.

Dini görevlerimizi gereği gibi yerine getirmemiz de yine vatan sayesinde mümkün olur. Bu sebeple Yüce dinimiz vatanın korunmasına büyük önem vermiş, vatan sevgisini imandan saymıştır.

Vatanı korumak hem dinî hem de milli bir görevdir.

Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

وَقَاتِلُوا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ الَّذٖينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدٖينَ

“Sizinle savaşanlara karşı, Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah, aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara 2/190)

Buna göre vatanımızı korumak Rabbimizin emridir. Dinimiz zorunlu olduğu hallerde savaşmayı, sevabı çok bir ibadet olarak göstermiştir. Savaşta da kurallar koymuş, aşırılıkları kesinlikle yasaklamıştır. Çocuklara, kadınlara, yaşlılara ve din adamlarına saldırıyı ve onları elleri silahlı olmadıkça öldürmemeyi emretmiştir.

Savaş, insanların yaşayışında arzu edilmeyen fakat millet hayatında bazen kaçınılması mümkün olmayan bir olaydır.

Savaş için hazırlıklı olmayan, gerektiğinde vatanı, istiklal ve hürriyeti için maddî-manevî bütün varlıklarını veremeyen milletler, tarih sahnesinden silinmeye veya esâret altında yaşamaya mahkumdur. Bu  itibarla  istiklal ve hürriyetimizi korumak için her bakımdan güçlü ve muhtemel bir düşman saldırısına karşı her an hazırlıklı olmaya mecburuz. Bu konuda Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

وَاَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهٖ عَدُوَّ اللّٰهِ وَعَدُوَّكُمْ وَاٰخَرٖينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اَللّٰهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَیْءٍ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ يُوَفَّ اِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ

Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız.” (ENFÂL 60)

Bu ayetteki “kuvvet” kavramı savaşta düşmana üstünlük sağlamaya yarayan her türlü silah, araç ve gereci içine alır. Top, tüfek, tank,  cephane, uçak, gemi, yol, asker, kışla, depo, yiyecek, içecek, bilgi, fen, kültür, sanat, medeniyet, ekonomi, insan gücü gibi, maddi ve manevi her şey “kuvvet” kavramına dahildir. (Sabunî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefasir, I,511. Beyrut, 1981..)

Yeryüzünde şerefli bir millet olarak yaşayabilmek için bütün bunları tam ve eksiksiz bir şekilde hazırlamaya mecburuz. Dinen de bu konuda bütün gücümüzü kullanmakla yükümlüyüz.

Bunun en bariz örneğini Yurtiçi ve Yurtdışı terörle mücadelede, Suriye, Libya , Mavi Vatan ve son olarak İkinci Karabağ savaşında gördük. 1993 yılından beri  Azerbaycan’ın % 20 sini işgal eden Ermeni güçleri 44 günde  tüm savaş malzemelerini hatta ölü ve yaralılarını bırakarak kaçtılar.

Peygamberimiz (a.s.) de birçok hadislerinde vatan sevgisinin ve savunmasının önemli bir görev ve sevabı çok bir hareket olduğunu haber vermişlerdir.

لا تتمنوا لقاء العدو وا سا لوا الله العافية  فاذا لقيتموهم فاصبروا يا ايها الناس

“Siz düşmanla karşılaşmayı dilemeyiniz; Allah’tan afiyet isteyiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman da sabır ve gücünüzle karşı koyunuz.”,( Müslim, Cihad, 20)

عيْنَانِ لا تَمسُّهُمَا النَّارُ : عيْنٌ بكَت مِنْ خَشْيةِ اللَّهِ وعيْنٌ باتَت تحْرُسُ في سبِيلِ اللَّهِ

 “İki göze ateş dokunmayacaktır. Biri Allah korkusundan ağlayan göz;  diğeri de Allah yolunda, gece vakti ( karakol) bekleyen (nöbet tutan)  ve düşman gözleyen göz”( Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 12. No: 1639.  IV, 175)

 

Vatan olmaksızın millet, millet olmaksızın da devlet olamaz. Bir milletin varlığı, vatanın varlığına, aynı zamanda hür ve bağımsız olmasına bağlıdır.

Anamızı-babamızı sevdiğimiz gibi vatanımızı seveceğiz

Eşimizi sevdiğimiz gibi vatanımızı seveceğiz

Hz. ali şöyle söylemiştir:

“Şahsına fenalık yapanı affet. Fakat vatanınıza ve milletinize fenalık edeni asla affetmeyin.” (Bilal Eren, Güzel Sözler Antolojisi, 22)

Necmettin Halil Onan bu toprakların güzelliğini Ne güzel ifade etmiş: “Dur yolcu!.. Bilmeden gelip bastığın Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver: Bu sessiz yığın Bir vatan kalbinin attığı yerdir. Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda İstiklâl uğrunda, namus yolunda Can veren Mehmed’in yattığı yerdir. Bu tümsek, koparken büyük zelzele Son vatan parçası geçerken ele Mehmed’in düşmanı boğduğu sele Mübarek kanını kattığı yerdir. Düşün ki: Haşrolan kan, kemik, etin Yaptığı bu tümsek amansız, çetin Bir harbin sonunda bütün milletin Hürriyyet zevkini tattığı yerdir.”

Uğrunda can veren şehidini, Peygamberin kucak açıp beklediği bu mübarek vatan toprakları üzerinde tarihler devirdik, tarihler kurduk.

Kanlarımızı sebil ettik, fakat vatanın namusunu çiğnetmedik, bayrağı yere düşürmedik; minarelerden ezanı, camilerden Kur’an-ı dindirtmedik.

İşte şehitlerimiz kanlarını akıtarak bu cennet vatanı bize emanet etmişlerdir. Bize düşen de bu toprakları imar etmek, korumak ve bizden sonraki nesillere devretmektir. Bunun için tarihimizin derinliklerinden beslenen, milli manevi duygularla yetişen, bilgi ve birikimli, kültürlü vatanı ve milleti için çalışan, gerektiğinde en sevdiği varlık olan canını mukaddes değerler uğruna feda edebilecek nesiller yetiştirmeliyiz. Bunu yapmadığımız takdirde hem vatanımıza ve hem de şehitlerimize karışı görevlerimizi yapmamış ve onların ruhlarını incitmiş oluruz.

“Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber, Sana âğûşunu açmış, duruyor peygamber.” Mehmed Akif ERSOY

Bu vatan senin, bu devlet senin, bu millet senin, bu bayrak senin. Eğer sen sahip çıkarsan sen vatansız, devletsiz, milletsiz, bayraksız, Kur’an’sız, ezansız kalmayacaksın. Yüce Allah hiç kimseyi vatansız, devletsiz, milletsiz, bayraksız; Kur’an’sız ve ezansız bırakmasın.

Yüce Ecdadımızın bütün savaşlara başlarken ifade ettiği önemli bir söz, İslam Dininin vermiş olduğu manevi duygular ile geçmişten getirdiğimiz kültürümüzün özümsenerek birleştirilmesi neticesinde ortaya çıkan bir söz: “Ölürsem şehit, kalırsam Gazi” Yüce Ecdadımızın vatanının düşmana terk etmediği gibi bizlerde aynı şekilde vatanımızı çiğnetmeyeceğimizi şerefle ifade ediyoruz.

Şehid: Arapça “şehide” fiilinden türemiş bir isimdir. Mastarı, şehâdettir. Şehidin çoğulu, “şuhedâ” ve “eşhâd” olarak gelir. Sözlük anlamıyla “şehid”: “bildiğini söyleyen“, “kesin bir haberi getiren“, “bir yerde hazır bulunan“, “bir olaya şahit olan” ve “şahitlik eden” gibi anlamlara gelmektedir. (Ragıb el-İsfahani, el-Müfredat, 267) Dinî bir terim olarak şehid ise; “Allah’ın rızasını kazanmak için O’nun yolunda savaşırken öldürülen müslüman” demektir.

Ona bu ismin verilmesinin sebebi,

  • Cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması veya
  • Onun yüce allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut
  • Ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut ta
  • Ruhunun doğrudan doğruya daru’s-selâm’da (cennet’te) bulunması veya
  • Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.

 

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنٖينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِى التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْجٖيلِ وَالْقُرْاٰنِ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِهٖ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذٖى بَايَعْتُمْ بِهٖ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظٖيمُ

Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (TEVBE 111)

Din mukaddes değerler ve vatan uğrunda canını feda eden müslüman, Allah katında peygamberlik mertebesinden sonra en büyük beşeri mertebe olan şehitlik mertebesini kazanırlar. İnsanın en fazla değer verdiği varlığı canıdır. İnsan canı tehlikeye girdiği zaman canı için her şeyinden vazgeçer. İnsan son derece önem verdiği canını Allah rızası için feda ettiği için Allah (cc) verdiği mükafatta o derece büyüktür.

Allah’a ve O’nun Peygamberine imandan sonra, insanı en çok Allah’a yaklaştıran amel, hiç şüphe yok ki Allah yolunda savaşmaktır. Ebu Zerr gelen rivayete göre:

عن أبى ذر قال: قلت يا رسول الله أى العمل أفضل؟ قال: الإيمان بالله والجهاد فى سبيل الله.

Ebû Zer (r.a.) diyor ki. Peygamberimize: – Ey Allah’ın Resulü, hangi amel daha faziletlidir? diye sordum.

Peygamberimiz: –  Allah’a iman etmek ve O’nun yolun­da savaşmaktır, buyurdu. (Müslim, İman, 36)

Allah (cc) müslümanlara va’di cennettir. Şehidlerin kul hakları hariç bütün günahları Allah (cc) tarafından affedilmiştir.

Gazi ise Allah yolunda ve vatan uğrunda savaştığı ve şehid olmayı arzu ettiği halde, sağ kalan kimseye verilen isimdir. Gazi de şehid olmak ve bu mertebeye yükselmek için savaştığından dolayı o da şehidler derecesindedir. Hatta Peygamber efendimiz bu konu daha da geniş tutmuş ve şöyle buyurmuştur.

من سال الله الشهادة بصدق بلغه الله منازل الشهداء و ان مات على فراشه

Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı can-u gönülden isterse, yatağında ölse bile, Allah onu şehitler derecesine ulaştırır.” (Müslim, İmare. 157. II, 1517)

Allah (cc) Kur’an- ı Kerimin’de şehidlerin zahiren bu dünyadan ayrılsada hakikatte ölmediğini bize bir çok ayet-i kerimesinde bildirmektedir.

وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌ بَلْ اَحْيَاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ

“Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Bilakis onlar diridirler, lâkin siz anlayamazsınız.” (BAKARA 154)

وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذٖينَ قُتِلُوا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ اَمْوَاتًا بَلْ اَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ

فَرِحٖينَ بِمَا اٰتٰیهُمُ اللّٰهُ مِنْ فَضْلِهٖ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذٖينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْ اَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar”. (ÂLİ IMRÂN 169, 170)

Kul hakları hariç şehidin bütün hakları Allah tarafından affedilmektedir. Cibril (as) peygamberimize bildirdiğine göre kul hakkı şehidlikte bile affedilmemektedir. Şehidliğin kefaret olduğu günahlar ve hatalar Allah’a ait haklardır. Bu bizler için son derece ibret alınması gereken bir husustur. Bizlerin her halükarda bu dünyadan kul hakkı almadan  gitmemizi gerektiğini gösteren  çarpıcı bir misaldir. Allah (cc) şehidin borçlu olduğu kulu da razı ederek şehidini cennetine sokar.

قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ مَنْ فِي الْجَنَّةِ قَالَ النَّبِيُّ فِي الْجَنَّةِ وَالشَّهِيدُ فِي الْجَنَّة

“Ey Allah’ın Peygamberi kimler cennettedir” diye Hz. Peygambere soruyorlar. Hz. Peygamber ise; “Peygamberler ve  Şehidler cennettedir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 22278) buyurmuştur.

Şehidler şehid oldukları andan itibaren cennete gidip orayı görürüler. Diğer Mü’minler ise mahşer günü hesap verdikten sonra cennete girecek ve orayı görebileceklerdir. Bunu bilen ve şehidliğin günahlara kefaret olduğu müjdesini alan sahabilerde canlarını büyük-küçük yaşlı-genç demeden Allah yolunda savaşmışlardır. Öyleki Hz. Peygamberin sahabilerinden yatağında ölen çok azdır. İ’la-yı kelimetullah yani İslam dinini yaymak uğruna dünyanın dört bir tarafına dağılmışlardır. İstanbulda 70 kusur sahabi medfundur. Bunlardan en meşhuru Hz. Peygambere ev sahipliği yapan Ebu Eyyüb el-Ensari’dir. 80 yaşını geçkin olduğu halde İstanbul’un fethine katılmış ve İstanbul surları önünde şehid olmuştur. Sahabe efendilerimiz İslamı yayma hususunda hiçbir fedakarlıktan kaçınmamışlardır.  Çocuklar hatta kadınlar bile kendilerine düşen görevleri yerine getirmişlerdir.

Sevgili Efendimiz şehitliğin derecesiyle ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

مَا أَحَدٌ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ يُحِبُّ أَنْ يَرْجِعَ إِلَى الدُّنْيَا وَلَهُ مَا عَلَى الْأَرْضِ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا الشَّهِيدُ يَتَمَنَّى أَنْ يَرْجِعَ إِلَى الدُّنْيَا فَيُقْتَلَ عَشْرَ مَرَّاتٍ لِمَا يَرَى مِنْ الْكَرَامَةِ

“Hiç kimse cennete girdikten sonra-bütün dünyaya sahip olsa bile- tekrar dünyaya dönmeyi istemez. Yalnız şehit­ler, gördükleri keramet (ve erdikleri ni­metler) sebebiyle dünyaya dönüp on defa şehit olmayı arzu ederler.” (Buhari, Cihad, 5; Müslim, İmare, 29.)

Bizzat Efendimiz, bir defa değil birkaç defa şehit olmayı istemiş ve şöyle buyurmuştur:

والذى نفس محمد بيده لوددت أنى أغزو فى سبيل الله فاُقْتَلَ ثم أغزو فاُقْتَلَ  ثم أغزو فاُقْتَلَ.

“Ruhumu kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmemi, sonra tekrar dirilip savaşa­rak tekrar öldürülmemi, yine dirilip sa­vaşta öldürülmemi arzu ederim.” (Buhari, Cihad, 7; Müslim, İmare, 28)

26 Ağustos 1071 tarihinde Malazgirt’te başlayan Türk zaferler zinciri , tarihin bütük bir kaderi ve talihi olarak ağustos ayında nice zaferlerle taçlanmaya devam etmiştir. Ağustos ayı Türk tarihinde milli zaferlerle dolu bir ay olarak tarihi kayıtlara defaatle geçmiştir.

Bu vesiyle Hz. Adem (a.s.)’ dan günümüze kadar i’layi kelimetullah aşkıyla yanıp tutuşan ,mukaddesat uğruna canını feda eden aziz şehitlerimize ve Hakka yürüyen kahraman gazilerimize Yüce Rabbimden rahmet diliyorum.

 

 

Halil  Demir
Ankara İl Vaizi
30.08.2021